Deneyimlemekte olduğumuz süreç, bir kavramı yeniden sorgulamamız gerektiği konusunda güçlü ipuçları barındırıyor.
Hepimiz bireysel varlık alanımızla birlikte, kuralları çoğunlukla bizim dışımızdakilerce konmuş sistemler içinde yaşamaktayız. Bu kuralların, uygarlığın binlerce yıldır evrimleşme tarihi içinde fermente olarak oluştuğu düşünülse de birtakım işlerin ters gittiğine hiç şüphe yok.
Konfor alanlarına hapsedilmiş, korku, yalnızlık, tükenmişlik ve tüketim girdaplarında kaderine terk edilmiş bir insan profili görmekteyiz.
Bence bu girdaplardan kurtulmanın ilk adımını, bildiğimizden emin olduğumuzu zannettiğimiz kavramları yeniden sorgulamak oluşturuyor.
Olaylara yaklaşım tarzımız rutini ve tekdüzeliği aşmak zorunda. Bu yüzden, “kaybetmek korkusu” üzerine inşa edilen ve insanı her yönüyle tüketen, yok eden, korku temelli kavramlarla başlamak sanırım doğru bir tercih olur.
İlk farkındalığımızı, var olmak ve varlıklı olmak arasındaki farkı daha da keskinleştirerek başlatmalıyız.
Elimizdekileri kaybetme korkusu, durağan bir yaşam biçimini bize empoze ediyor. Korumak içgüdüsü, yeni deneyim, girişim ve öğrenme zenginliklerini ortadan kaldırıcı bir etki yaratıyor. Erich Fromm’un da dediği gibi, “sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farkı ortaya koyarken, sahip olmak varlıklı olmayı, olmak ise var olmayı çağrıştırıyor.
Kaybetmekten korkanların, kazanmak için nasıl bir adım atabilecekleri konusu, bence üzerinde durulması gereken bir husustur. Yaşamı yalınlaştırmak ve daha anlamlı, mutlu, değer odaklı bir yaşamı tesis edebilmek; bilinç düzeyimizi yükseltmekte gizlidir.
Kaybetmek kavramından önce belki de kazanmak kavramını sorgulamak gerekiyor. “Varlıklı olmak” ve “var olmak” eksenli iki farklı yaklaşıma göre, bu kavram farklı çıktılar doğurur.
Büyük davalar, büyük meseleler ve büyük sorgulamalar; kendi duruşumuzun bilinç düzeyini göstermesi bakımından da çok kıymetlidir.
Konunun, nicel (sayısal) çokluklardan öte nitelik odaklı olduğu ve öznel unsurlar taşıdığı; basit bir muhasebe problemi olmadığı düşüncesindeyim. Sayısal çoklukların ne anlama geldiği ve ne anlama gelmesi gerektiği konusu; bizlerin samimi sorgulamalarıyla ve insan türünün doğasının tüm boyutlarıyla anlaşılmasına bağlı olarak netleşebilecek bir husustur.
Kaybetmek, çoğumuzun hiç istemediği ve zamanla bu korkunun bizi insan türünün bir ferdi olarak kendi doğamızdan ve özümüzden kopmamıza neden olan bir durumdur. Pasiftir, edilgendir, durağandır. İnsan fıtratının içerdiği başka olumlu güzellikleri yaşamımızın önüne engel olarak koyar.
Hâlbuki süreç, zamanla kaybetmekten öte korkuya evrilir. Korkular ise, bilinç düzeyimize bağlı olarak bizi arka planda yöneten ve bizleri manipülasyona açık hale getiren en önemli psikolojik faktörlerin başında gelir.
Yaşamak cesaret ister.
Gelişmek ve sınırlarını aşarak kâmil ve tekâmül etmiş bir kimliğe kavuşmak, kaybetmenin korku tarafını etkisiz kılmayı gerektirir. Oyun oynamak ve meseleleri oyunlaştırmak, bu anlamda çok kıymetlidir. Hakikatin peşinde olmak ve giz perdesini aralamak adına bilim ve sanat formlarıyla arayışta olan her faninin, “kaybetmek” ötesinde daha büyük bir yaşam motivasyonu kazandığını düşünüyorum.
Kazanmanın büyüsü, kaybetmenin ötesinde daha büyük bir hikmeti anlama ve gizemi çözebilme gayretinde gizlidir. Bu farkındalık düzeyiyle, ahlaksızca kazanmaktansa, ahlaki duruşuyla evrensel kazancı kendine şiar edinmiş insanlar; kendi yaşam sınavlarında büyük bir eşiği de aşmış olacaklardır.
Bu bakış açısıyla;
Kaybedebilmenin üzerinde bir kavrayış, kendi sınırlarının ötesine geçebilme ve kendini aşabilme potansiyeli, var olma farkındalığımızın da çerçevesini belirler aynı zamanda.
Sonuç olarak;
Korkularla yaşamanın onursuzluğu ile yaşamak yerine, kaybetmenin büyüsüyle hakikatin peşinde olabilmenin erdemi ve onuruyla, ahlaksız kazancı sonsuza dek etkisiz kılacak yaklaşımlarımızın hâkim olacağı bir yaşamı tesis etmenin insan olarak asli görevimiz olduğunu düşünüyorum.
Şikayetçisi olduğumuz bu yaşam biçiminin bir parçası olmamak için, kaybetme korkusunu ortadan kaldırarak; değer üretip paylaşan bir varlık olarak durağanlıktan harekete geçen bir kimliğe kavuşalım.
Kaybetmek ve başarısızlık kavramlarının yarattığı korku temelli tutsaklığı bir kenara bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir. En nihayetinde bu dünya hayatı bir gün son bulacak. Ve en sonunda kendine soracağın bir soruyla yüzleşeceksin:
“Yaşamın ve sana sunulan tüm bu güzelliklerin ve nimetlerin hakkını verip veremediğimden emin miyim?”
Kaybetmek ve başarısızlık diye mutlak bir kavram yoktur.
Korkuların tayin ettiği kişisel değerlendirme ve gelip geçici bir sahte etiketlendirmedir sadece.
Yaşamına anlam katan ve uğruna feda edebileceğin bir davan ve bir idealin varsa, hiçbir zaman kaybetmez; insan olabilmenin onuruyla geldiğin bu dünyadan yine insan olabilmenin onuruyla göçersin.
Senden sonrakilere ilham olarak hatıralarda ve gönüllerde yaşarsın. Tarih seni belki kaydeder, belki yeterli tanığın yoksa kayda geçilmezsin. Ama evrende bir kaydın sonsuza dek var olur. İşte bütün mesele özüyle budur. Gerisi biraz oyalanmaca, biraz mizah, biraz melodram, biraz trajedi. Hepsi bu.
Sınırlarını anlamak istersen, elindekileri paylaşmakla başla.
Birçok kişinin “kaybetmek” dediği şeyin aslında “paylaşmak” olduğunu anladığında, çok farklı bir yerde olacağına eminim. Bunu kendi iradenle ve isteğinle yapabildiğinde, hakikat yolculuğunda da çok önemli bir eşiği aşmış olacaksın.
Ne o, yoksa kendi hakikatinden bir şüphen mi var?
Sevgiyle kalın..
Yorumlar
Kalan Karakter: